19 Şubat 2020 Çarşamba

Cihan

Günlerdir sorgulamalar içindeyim, günlerdir beynimde sağa sola savrulan parçalarla savaşıyorum. Toplamaya çalışıyorum ama nafile. Tanıdığım, sevdiğim, kahkahaları bu ara hep kulağımda olan bir insanın ardından son kez baktığım o andan beri zihnim bir yerlere koymaya çalışıyor o resmi, olmuyor. O yeşilin en kötüsü renkteki beze sarılmış tahta kutunun yine aynı çirkinlikteki o yeşil arabanın arkasına yerleştirilmesi, arabanın uzaklaşıp kaybolması... Bu resim, bu kareler dolaşıp duruyor beynimin odacıklarında.

Kanser denen kabus bir arkadaşımızı aldı bizlerden. Son kez arkasından bakarken kalakaldım öylece. Donuk, anlamsız, karmakarışık... Hayatın anlamını sorgulamayı çoktan bıraktım ama ya ölüm? Neden ölüm böyle acımasız, böyle saçma, böyle adaletsiz? Günlerdir aynı cümle dönüyor zihnimde: bu işte bir yanlışlık var, bu insan böyle gitmemeliydi.

Sıcacık gülüşü insanı sarıp sarmalayan, yanındayken yalnızken bile olamadığın kadar kendin olabildiğin bir insan neden gidiyor? Hayatın anlamı ile ölümün anlamı aynı sanırım. İkisine dair sorgulamaların da çıktığı kapı aynı. İkisi de hiçlikte buluşuyor. İnsan sebepsiz yere geliyor dünyaya ve o yüzden de ölüyor. Bunun oluş şekli, zamanı ise belli ki tamamen piyango. Dünyanın en iyi insanı olabilirsiniz, çok sağlıklı beslenip kendinize çok iyi bakabilirsiniz ama bu kör kurada size ne çıkacağını bilemezsiniz, sonucu da değiştiremezsiniz. Peki o zaman tüm bunlar ne uğruna? Sevmeler, öğrenmeler, çabalar, üzüntüler... Sadece iyi hatırlanmak, dünyada güzel bir iz bırakmak için belki. Belki... Peki o nereye kadar? Bir kızılderili sözü "Bir insan onu hatırlayan son kişi öldüğünde ölür" der. Yani iyiliğiniz, dünyadaki hatıranız da sizi tanıyan son kişi ile birlikte evrende yok olacak. Elde ne var? Hiçlik.

Delirmemek için insan inanç sistemlerine, birtakım öğretilere sığınıyor. Benim o taraklarda bezim yok. Anlayamadığım şeyleri aslında kimsenin de anlayamadığı başka şeylerle açıklamak benim için bir çıkış noktası değil. Ben sakince acı çekmeyi ve hayatı olduğu gibi sevmeyi tercih ediyorum. Tıpkı süründüren, zırıl zırıl ağlatan ama vazgeçilemeyen bir sevgili gibi kucaklıyorum cefasını. Tümden sevgiden de değil ya, ona mecbur oluştan, hepimiz biliyoruz bunu.

Güle güle dedim içimden o giderken, bundan daha çaresiz bir cümlesi olan var mı?

22 Aralık 2019 Pazar

35

bugün benim doğum günüm, 35 yaşını doldurdum, 36ya ayak bastım. tripte değilim, o ayağımın çukura girdiğini düşünmüyorum. konu bu değil.
yaklaşık 2 hafta sonra da kızımın doğum günü, 2 yaşını dolduracak. her annede olduğu gibi bana da kızım dünyanın en güzel çocuğu gibi geliyor. bana göre o çok tatlı, akıllı, komik ve sevilesi. onunla dışarı çıkınca herkes ona bakıyormuş, onu fark ediyormuş gibi geliyor. yok tabii böyle bir şey.

anne olmak bende hiçbir temel değişiklik yaratmadı. memnunum bu durumdan. büyük bir dönüşüm geçireceğimden, olmadığım bir insan gibi davranmaya başlayacağımdan endişeliydim açıkçası ama olmadı. çocuk sahibi olmanın bazı getirileri var ve bunlar kaçınılmaz ama bunun dışında ben hala eski kişiyim. nedir o getiriler? birincisi ölüm korkusunun şiddetlenmesi. ortada dolanıp duran, tüm masumiyetiyle dünyayı keşfetmeye çalışan o varlığın size ne kadar ihtiyacı olduğunu görünce bu hissiyat sizi ele geçiriyor. anne ve baba, hele ki anne, çocuğun hayatını varlığıyla dolduran ve yokluğuyla malesef hayatında büyük bir boşluk bırakan öğeler. hem onu dünyada yalnız bırakmak hem de bunun onda açacağı kapanması zor yaraları düşünmek ayrı ayrı korkular. diğer bir duygusal ebeveyn refleksi de çocuklara karşı genel olarak bir merhamet ve sevgi duymak, herhangi bir çocuğa. ben anne olduğumdan beri çocukların üzüldüğü, hasta olduğu vs filmleri izleyemiyorum mesela. bu tip haberleri, yayınları izlerken ağlıyorum. komik bir durum ama böyle. anneliğin muhteşem, eşsiz bir deneyim olduğunu filan düşünmüyorum. hayat bir deneyimler silsilesi, çocuk da bunlardan biri. çok zorlayıcı olduğu durumlar olduğu için böyle dillendiriliyor. hayatı biraz hafife almak gerekiyor sanırım, pek beceremediğimiz bir şey. bu da 35 yaş aforizmam olsun madem. özetle, her şeyi abartmayın.

insan değişir elbet, dönüşür ama bunlar öyle pat diye olmaz. öğrenerek, tecrübe ederek yada yeni şeylere heves ederek hayat yolumuzun kıvrımlarını değiştiririz. ne değişmek ne de aynı kalmak bir övünç kaynağı. gerçi ben biraz kalın kafalıyımdır, sevmem değişimi ama engellenebilir bir şey değil.

bu doğum günümün eskilerden önemli bir farkı yediğim pastalar, içtiğim içkiler için dertlenmem olsa gerek. evet artık daha az yemeliyim.

31 Ekim 2019 Perşembe

hiçbir şey korkuya dayanan saygı kadar iğrenç değildir

"hiçbir şey korkuya dayanan saygı kadar iğrenç değildir" demiş albert camus. hayat görüşüm, dünyayı algılama şeklim tam olarak bu olsa gerek. bu cümleyi her tekrar ettiğimde beynimde tüm ışıklar yanıyor, bütün bir anlaşılmışlık ve şükran duyuyorum. bu cümle beni tam olarak "anlıyor", yalnızlık yanılgısından çıkarıyor. yalnız değilim, bu sözlerin dile döküldüğü bir dünyadayım.

otoriteden, yani "yukarıdan" gelen şeylere karşı tavrımı artistlik ya da yapmacıklık olarak gören çoktur. art niyetlerinden değil, önyargıdan da değil. bu tip mevzularda yani kurala dönüşecek kadar kabul görmüş davranış modellerinde karşıt fikirleri anlamak güçtür. o kadar çevrelemiştir ki sizi bu davranış biçimi ve ona yönelik tezahüratlar, başka türlüsünün var olabileceğine dair bir algınız hiç yoktur. belli etki-tepki modelleri vardır otorite ile ilişkide ve bunlar en "akıllıca" olanlardır.

insan neden korku duygusuna sahiptir? hayatta kalma içgüdümüze hizmet eden bir fizyolojik hadise aslında. kendimizi tehlikelere karşı koruyabilmemiz için korku duymamız lazım. acı da aynı şekilde, zarar gördüğümüzde acı duyarız ki engel olmak ya da durdurmak için aksiyon alalım. modern insan hayatta kalmak için değil de daha üst seviye ihtiyaçlarının doyurulması konusunda korkulara sahip, birinci dünya sorunları için dertleniyor. bunlar para, kariyer, statü, karizma gibi şeyler. kapitalist düzende de bunların tayini otoritenin yani güçlü olanın elinde. karar mekanizmaları hiyerarşinin yukarıdaki basamaklarında ve bizler korkuyoruz üst kat komşularımızdan. bizi oyunun içinde tutma yada oyunun dışına itme kudretine sahip kişiler onlar ve modern insanın hayattan kalmaktan anladığı artık bu. kafayı suyun üzerinde tutabilmek yetmiyor yani, bu düzende nefes almak var olmak demek değil.

hayatta kalma anlayışı evrildikçe işler çirkinleşiyor yani. can güvenliğini korumak için adrenalin etkisinde tir tir titreyen insan ne kadar masum ve haklı ise, çıkarlarını korumak için hesaplarının esiri olmuş, birilerine el pençe durmuş insan o kadar değersiz ve iğrençtir. kendisine saygısı yoktur. toplumun hızarlarında parçalanmış, düzenin değirmeninde eciç bücüş olmuştur.

her kazanım bir kaybedişle gelir, bunun istisnası yoktur. bazen farkında olmayız ama daima bir şeylerden fedakarlık yaparak başka bir şeyi elde ederiz. ve her şey gelir geçer... bugün bize çok önemli ve olmazsa olmaz görünen şeyler yarın tamamen değersizleşebilir. bugün bize dünyanın sonu gibi görünen bir olay yarın gülümseyerek anlatacağımız bir anıya dönüşür. elde kalan insanın sadece kendisidir, o anlarda sergilediği duruştur. gelip geçmeyen tek şey hayatta karşılaştığımız zorlayıcı durumlarda takındığımız tavırdır çünkü benliğimize doğrudan etki eder. onursuzluk kişinin ruhuna bir kez girdiğinde yakasını bırakmaz, dik duruş da öyle. doğrunuzu savunmayı öğrenirseniz başka türlüsünü yapamazsınız artık. boyun eğmeyi de bir kez bile kabul ederseniz geri dönüşü yoktur. insan esnek değildir, eğilip bükülüp eski şekline gelemez. eğilir ve bir daha doğrulamaz.

korkunuz sizi küçültmesin, hayatta hiçbir şey buna değmez.

17 Eylül 2019 Salı

sebep

adalete hala inanan var mı bilmiyorum. insan eliyle sağlananını zaten geçiyorum da ilahi olanını soruyorum. yoktur umarım, varsa rencide edebilirim. kendi uydurduğumuz şeye mistik bir anlam yükleyip sırtımızı yaslıyoruz, deli yapmaz bunu. maketten tanrı yapıp inanan insan bile daha makuldür benim gözümde. yok arkadaşım işte; adalet gezegenin ritminde, yaşam akışımızda yok. böyle tasarlanmamış ki, daha doğrusu tasarlanmış bir düzen değil bu. ne adaleti, ne karması, ne enerjisi, ne ödülü, ne cezası... bunlar bizim kurgumuz.

istiklal caddesinde genç bir mühendis öldürüldü bir sabıkalı tarafından. bira parası için sırtından bıçaklandı. olay anının görüntüleri zihnimde dönüp duruyor, biri açıklayabilir mi bunu kim aklına sığdırabilir? hangi adalet mekanizması burada bir denge sağlayabilir? o bıçak o çocuğun sırtına girerken orda olmayan adalet sonra mı gelecek? gelemez çünkü öyle biri yok.

çok düşündüm, kendimi o çocuğun yerine koydum düşündüm. o adam bıçağı ilk çıkardığında kafasından neler geçti, yere düştüğünde nasıl korktu, son anlarında kimi neyi düşündü... defalarca o caddeden üstelik kız başıma sarhoş halde geçtiğimi düşündüm. gençliğimi, itü yıllarımı, istiklali arşınlamalarımı düşündüm. neden beni böyle sarstı bu olay, hala da tam anlamıyorum ama allak bullak oldum. artık anne olduğum için bir adım ötesinde annesinin yerine koydum kendimi, bu fikre kısa süre bile dayanamadığımı söylemek zorundayım. o bıçağın 23 yaşındaki halimin sırtına girişini düşünmek daha kolaydı, anneler zaten bunu ben yazmadan bilmişlerdir.

itü yıllarım zorlu geçti. üniversite zaten insanın kendini bulmaya çalıştığı ama başaramadığı, bu başarısızlık hissinden içten içe rahatsızlık duyduğu bir dönem. kendinle belki ilk kez baş başa kaldığın, ne çocuk ne yetişkin olduğun, bence asıl ergenliğin yaşandığı yıllar. üstüne bir de parasızdım ben, zordu cidden. hala yüzümde bir ekşimeyle hatırlarım o yılları. çok sevdiğim insanlar kazanmış olmak tek istisnasıdır. niye anlatıyorum bunları? benzer yollardan geçmiş o çocuk, kişiliğini geleceğini inşa etmek için benzer çatışmaları kendi içinde yaşamış o çocuk sırtına bıçağı yerken; hayatı boyunca hiçbir şeyi ve kimseyi düşünmeden sadece çevresine zarar vermiş bir asalak, bir sevgisizlik ve insaniyetsizlik mahsülü canavar o bıçağı tutan oluyor. dışarıdan son derece alışılmış bir senaryo gibi duran bu olay, ki gerçekten daha önce binlercesi oldu elbette, basit bir sokak serserisi saldırısı gibi görünen bu olay çok net ve duru bir hayat özeti aslında. bu yüzden de hazmetmesi - değil anlaması - çok zor. esasen imkansız. hayat denilen bu tesadüfler, saçmalıklar, dengesizlikler silsilesini anlamlandırmak imkansız.

hayatın anlamı nedir? hiç. arayıp durmayın aptal gibi.

7 Nisan 2019 Pazar

kişisel seçilim

seçim sonuçlarından bahsetmeye niyetim yok. herkesin elde çekirdeğiyle sonuç beklediği gece devrildim yattım, ilgi alakamı bundan anlayın. duyarsız, yok efendim apolitik değilim. fazlasıyla politik duruşa sahibim ayıptır söylemesi, o yüzden bizdeki parodi ile ilgilenmiyorum. evet, kendini toplumdan ayrı gören hırtın biriyim, canıma değsin.

anne olduktan sonra bir üçgende yaşar oldum, belki de tek düzlemde, bilemiyorum. sabah uyanıp işe gidiyorum, tüm gün kafamda kulaklık, çağrı merkezi çalışanı gibi ecnebilerle anadolu lisesi ingilizcemle iş yapmaya çalışıyorum. serviste kafamda binbir anlamsız düşünce ile otoyol çevresi çirkinliğini izliyorum, bazen serviste de birileri ile konuşuyorum. çok havalı oluyor bu arada, "çok meşgul ve önemliyim, aman aman yolda bile rahat yok bana" hesabı. sonra eve gidiyorum, kızımla vakit geçiriyorum, yemek faslından sonra onu uyutuyorum ve elimde telefonumla kendimi kanepemde buluyorum. biraz sohbet muhabbet, biraz televizyon derken uyku saatim geliyor çünkü çok erken kalkıyorum. çok sıkıcı geldi değil mi? terapist görüşmesi gibi mi oldu, yok niyetim o değildi. halimden memnunum, sağlıklı ve tatlış bir kızım, sevdiğim bir eşim var. iş konusunda da dünyadaki minicik bir azınlıktayım çünkü işimi çok seviyorum. yaptığım işi, şirketimi, iş arkadaşlarımı cidden seviyorum ve pazartesi sendromu yaşamayan kaç kişi kaldıysa onlardanım. üçgen oldu mu şimdi bilmiyorum ama bence öyle, hem de pisagor denecek kadar açıları değişmeyen cinsten. fazla düzenli sanırım, aradan bir şeylerin tabir-i caizse pırtlaması lazım. o şeyler nedir, söylemek zor.

insan hayatında neyin eksik olduğunu bilmez. hayatına bir şeyler girer ve "bu eksikmiş" der ancak. çünkü hayatta boşluk yoktur, katı değildir, aksine esnek ve değişkendir. sen denk getirirsin bir şeyleri ve uygun bulduğun yere iteklersin, o kendisi itişir kakışır yerleşir. yani bir eksik aramak anlamsız aslında, hayatın gerçeği "an", ne bulacaksan orada bulmak. içinde bulunduğun anı güzelleştirmek, kendi şekline sokmak asıl olan. yetinmek değil, tadını nasıl alacağını bilmek. ben bir şeylerle yetinmekten hep nefret ettim, razı olmayı hiç sevmedim ama güzelliği görmekten hiç vazgeçmedim. rutinin ve düzenin içinde kaybolmak her zaman çok kolaydır ve o kolaylık boğabilir insanı zamanla, bu bakımdan çok da tehlikelidir. rutin olan hayatsa, ki bence öyle, içine çeşni katan da insanın kendisi. o lezzeti alabilmek de kişinin kendi becerisi. her gün alışveriş yaptığın marketten ayıcık şeker alıp yerken sevinmek gibi mesela, salakça olması önemli değil. kötü ötesi bir televizyon dizisini izlerken dalga geçip gülebilmek, bilgi yarışmasındaki insanlara "ay bunu bilemedi" diye acımasızlık etmek bazılarına korkunç gelirken bazılarının kendince keyfi olabilir. seçim meselesidir, doğru yol budur diyemem, bir yoldur ve işe yarayabilir. işe neyin yaradığını bulmak kişiye kalan kısmıdır.

bu ara biraz pilates yapsam yetecek bana, o ayrı. 

21 Şubat 2019 Perşembe

daksil

artık yazmak istiyorum, cidden istiyorum. yeter bitsin bu ayrılık.

çocuk doğurdum evet, büyütüyorum hala evet ama merak etmeyin "ah annelikk nassıl büyükk nassıl tontiş bir deneyimm" temalı yazılar yazmayacağım. ay yok, o blogger annelerden olmayacağım, hafazanallah evlerden ırak.

yazmak istiyorum çünkü hayat akıyor ve ben kayıt tuşuna basmıyor gibi hissediyorum, basalım artık. okuma-yazma işlerinden çok keyif aldığım için çalışırken arada açıp mola niyetine birkaç yazı okurum belki diye edebiyat bloglarını taradım. "yapılmış, emek verilmiş şeylere pislik atmamak lazım" diyenlerden değilim. atarım yani gerekirse, bir şey kötüyse kötüdür ve emek harcayıp kötü yaptıysan bu senin için bir problem, beni bağlamaz. neyse diyeceğim o ki zaten acımasız bir terazim var o ayrı ama o blogların içinde çok kötüleri var, gerçekten inanamıyorum gözlerime okurken. içeriği geçtim imla kuralları bile yerle yeksan. ne zaman de da ayıracağını bilmeyen insanlar edebiyat blogu yazıyorsa nasıl olacak bu işler? oturmuş bir de aşk meşk mevzuları üzerine yazmış, bravo çok özgün ve bilgilendirici bir mevzu. neden böyleyiz hiç anlamıyorum, neden aynaya bakmayı beceremiyoruz? kendini eleştirmiyorsun bu çok belli, etraftan gelen eleştiri varsa da kulak tıkıyorsun ve vasat olmaktan epey mutlusun. ben bunun nedenini anlamakta cidden zorlanıyorum. bir kere gelinen hayatta iyi şeyler için çabalamak dururken bu çabayı hor görmek, zul görmek daha kötüsü de ego meselesi yapmak çok ağır bir hata. çünkü gün sonunda, dünyadan giderken elde kalan tek şey dünyaya attığımız, atabildiğimiz bir çizik. ne kadar güzel çizebilirsek yanımıza kar.

profesyonel olarak yazarlık yapmayı hep istedim ama yeterince istemedim demek ki, olmadı. eğitim aldım gücüm yettiğince ama gerisini getirmedim. bu geri durmanın altında hep gizli gizli bir korku yatıyor ve farkındayım bunun. ergenliğimde şiir yazardım ve fena da değildim hani, ödül alırdım okul yarışmalarında ama o zaman bile günlerce uğraşırdım, bir mısrayı çıkarır ekler ya da tüm şiiri buruşturup atar yine yazardım. komik seviyedeki bu usta şair tripleri bana ne kazandırdı bilmiyorum ama kendimi hiç alamadım bundan. kaybettirdiği ise hep elim titreyerek bu işe yaklaşmak ve çok kötü olmadan iyi olunamayacağını görememek oldu. çok kötü olma cesaretini taşımak da mühim.

denge denilen şey var ya, o zalim şey yine karşına çıkıyor işte. yaşım ilerliyor ve şimdiden tiksinmeye başladım bu kelimeden. her işin içinde bu lazım, her tencereye giriyor, olmazsa zinhar olmuyor. cahil cesareti ile deneme cesareti arasında bir yerlerde gıcık bir denge var ama nerede ben bulamadım. ama yalnız değilim sanırım, denge deyince tüyleri diken diken olan bir ben olmasam gerek.

yazmaya devam, korkaklık baki.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

tatlı yiyelim tatlı olalım

sizin yeme alışkanlıklarınız nasıl bilemem ama ben genelde canım ne isterse onu yerim. miktarını ve sıklığını tutturmak kaydıyla yediğim hiçbir şeyin muhasebesini yapmam. şekerli mi, protein var mı, yağı ne kadar diye düşünmem. bana göre kısacık hayatlarımızda düşünmemiz gereken daha önemli şeylerimiz var. nedense bu aralar tekmil doktor, uzman takımı milletin ne yediğiyle uğraşıyor ve ben buna deli oluyorum. sağlığı bir kenara atan cahillerden değilim ama tıp bilimine pek itimadım yok bu mevzularda. çok sık fikir değiştiriyorlar çünkü.

benim çocukluk yıllarımda düşman kardeşler terayağı ve kırmızı etti. hele hele o etlerin çevresindeki yağlar, amanın. doktorlar "yemeyin, damarlarınız tıkanır hık hık diye gidersiniz" diye korkuturdu milleti. kolesterol diye bir şey vardı ve öcüydü. sonradan anlaşıldı ki onun da iyisi ve kötüsü varmış. bu aralar da kolestorel diye bir şeyin olmayabileceğine dair şeyler duydum televizyonda, dinlemedim zapladım. dalga geçiyorlar resmen bizimle. onca sene fırından çıkmış sıcak ekmeğin üzerine sürülmüş tereyağını milletin boğazına dizenler şimdi çıkıp televizyonlarda "tereyağ yiyin, kuyruk yağı yiyin" diye bağırıyorlar. son senelerdeki "guilty pleasure" olarak da şeker var. şeker zehirmiş, zinhar yenmemeliymiş. "kansere sebep olur" bile diyen var, kanserin sebebini biliyorlarmış gibi haspalarım. inanıyorsam adiyim.

ben göçmen çocuğuyum. ballı böreğin, sütlü çöreğin coğrafyasından geliyorum. annem doğru düzgün et yemeği pişirmesini bilmez, kültürümüzde yok. çocukluğum mis gibi hamur kızartmalarıyla, envai çeşit börekle, salçalı, poylu ekmekle geçti. köfte benim için patates kızartması ve pilavın yanındaki çeşniydi. kurban bayramlarında kavurma pişince uzaktan bakardım misafire bakar gibi. büyük şehire gelip restoran yemeğiyle tanışınca biftek nedir, antrikot nedir gördüm. öncesinde vallahi yemişliğim yoktur. şimdi de büyük bir değişim geçirdiğim söylenemez. doğuştan beri kazandığınız alışkanlıkları söküp atmanız neredeyse imkansız. hala kahvaltı sofrasında pişi ve börek görünce sevinçten ağlayasım gelir, hala ev baklavasının bize bir lütuf olduğunu düşünürüm. alkolde şeker varmış, hah. biram şarabım olmadan sağlıklı yaşayacakmışım, yaşamak derken? hiçbir aile ferdinde de öyle şeker, kolesterol, obezite gibi dertler yok. kimseye ne yiyeceğimizi sormayız ama ayarında yeriz.

hiç inanmıyorum ve güvenmiyorum size sevgili şeker düşmanları. şekerden, yağdan, ekmekten elinizi çeker misiniz bir zahmet? insanların sağlığını düzelteceğiz derken psikolojisini bozuyorsunuz. kadınlar bir tane tatlı yedim diye vicdan azaplarına sürükleniyor. manyak mısınız nesiniz?